Hayır, böyle olmak zorunda değil!
Sovyetler Birliği’nin ve komünist rejimlerin yok olmasıyla ortadan kalkan şeylerden biri de Karl Marx’ın sınıf tabanlı ekonomi-politik analizi oldu. Oysa bu yöntemi kullanarak dünyayı anlamak çok kolaydı.
İçlerinden biri ülkemiz olmasa, insanın çok şey söyleyeceği 57 koca ülkenin koca liderleri bir araya geliyor, İsrail’in haksızlığı çok açık Filistin soykırımını görüşüyor ve karşılarındaki 7’li cepheye (ABD-Batı Avrupa) doğru dürüst bir laf bile edemeden dağılıyor. Bunu anlamak çok zor. En azından küresel bir boykot çağrısında bulunabilirdi İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT).
Bu hareketsizliği, bu pasifliği, İsrail’e karşı tepkinin lafta bile anlamsız kalmasını anlamak çok zor ama imkansız değil. Sınıf tabanlı ekonomi politik analiz yöntemi, Erich Fromm, Herbert Marcuse, György Lukacs ve daha bir çok benzeri felsefecilerle birlikte tarih olmamış olsaydı, bugün İstanbul’da veya başka bir ülkede satılan kolalı içeceğin, nasıl Gazze’ye bomba olarak yağdığını daha iyi anlardık. Frankfurt Okulu ve örneğin bir Theodor Adorno yerini Olaf Scholz’lara bırakmamış olsaydı, Almanya’nın İsrail katliamına suç ortağı olmasının sadece Hitler’in yarattığı borcun ödenmesinden ibaret olmadığını, geri planda 50 büyük banka ile AB’nin ABD üzerinden İsrail ekonomisine nasıl yatırım yapmış olduğunu görürdük.
Biden, Gazze hastanelerinin korunmasını istediği konuşmasını yaparken, İsrail’in terörist ordusu Şifa Hastanesi’ne araç girişini tamamen imkansız hale getiriyor ve buna İİT yürütme organlarından ses-soluk çıkmıyor. Sadece Türkiye, bu eylemsizliğin sebebi olan “çekimser” ülkelerin, olup biteni anlamaları ve İİT’nin hareketine engel olmalarına bir son vermek için harekete geçiyor. Peki, Türkiye, NATO’suyla, Dünya Bankası’yla İİT üyelerinin dahil olduğu küresel sistemlere dahil değil mi? Elbette dahil! İtalyan felsefeci, gazeteci, dil bilimci ve siyasetçi Antonio Gramsci’nin Marx’ın ekonomi-politik analizine yaptığı hegemonya katkısını unutmamış olsaydık, küresel kurumların üyesi olmakla birlikte, sistemin kültürel hegemonyasından kurtulmanın mümkün olduğunu, “siyasal önderlik” denen olgunun, ülkelerin küresel hegemonyaya karşı bir “beka meselesi” oluşturabileceğini bilirdik.
Meseleyi, Türkiye’nin ekonomi, maliye ve savunmada tam bağımsızlık şiarıyla hareket etme ilkesine bağlayıp, bir tür iç siyaset reklamı yapmak istemem. Hegemonya bilinci, partilerin değil, siyasal paradigmanın konusu olmalıdır; ancak o zaman söz gelimi yerli-milli her kişi ve hareketin temel ideolojisi haline gelir. Atatürk, bunu “Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık hayat meselesidir,” derken, savaşın hemen ardından hem küresel sistemlere üye olmaya, yani “Milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetleri tesis etmeye,” hem de hegemonyanın kurbanı olmamaya işaret ediyordu:
“Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.”
Şu katliam sonuçsuz kalır ve Filistin halkı iki parçalı değil, tek ve bütün devletini kurmaya başlarsa, onlara vereceğimiz çok öğüt olacak. Ama şimdi zaman, küresel hegemonyayı yenip, onları “Nehirden denize kadar” özgürlüklerine kavuşturma zamanı.